Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun…
(…)
Ölüm buyruğunu uyguladılar,
Mavi dağ dumanını
ve uyur-uyanık seher yelini
Kanlara buladılar.
(…)
Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki…
(…)
Vurun ulan,
Vurun,
Ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm,
Karnımda sözüm var
Haldan bilene.
(…)
Ahmed Arif – Otuzüç Kurşun
Farklı bir zamanda ve farklı bir gerekçeyle yazılmış olsa da bu şiir, Kürdün trajedisini anlatıyor. Acımız o kadar büyük ki şiirlere sığınmak yürekleri soğutmaya, acıları bir ölçüde dindirmeye yetmiyor! Soykırımlar, katliamlar, sürgünler, yakılıp yıkılmalar, oradan oraya sürülmeler ve nice tanımlanamaz acılar halkımızın kaderi değil; ama tarih boyunca bunları, sayısız kez yaşadık…
Kobanê’nin seçilmesi, Kobanê’de bu kadar büyük ve hunharca bir katliamın gerçekleştirilmesi, nedensiz değildir; sadece bir intikam, bir öç alma vahşeti de değildir! Elbette bunlar var.
Bu vahşi katliam (ne yazık kelimeler kifayetsiz – yetersiz kalıyor), sadece İŞİD denilen caniler ve Ortaçağ karanlığı ile de açıklanamaz.
Bu katliam hareketi, kadın, çoluk çocuk ve yaşlı demeden, sadece “suçu” her şeye rağmen Kobanê’de yaşamak olan insanlarımızı katleden bu hareket, salt IŞID ile açıklanamaz!
Bütün, doğrudan ve dolaylı, açık ve gizli kanıtlar, gelişmeler ve sadece son bir iki haftanın önemli politik gelişmeleri ve onun ekseninde yaşanan olaylar dizisi, tek bir odağı işaret ediyor:
Erdoğan yönetimindeki TC devletini!
Bu gerçeklik görülmeden IŞID vahşetini, onun Rojava ve Güney Kürdistan’daki saldırıları ve insanlık dışı uygulamaları açıklanamaz ve değerlendirilemez. Dolayısıyla doğru ve eksiksiz bir politik ve askeri strateji izlenemez; izlense bile bunun bedelleri, ne yazık, çok ağır olmaktadır…
Biraz açmakta yarar var:
Unutmamak ve hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekir ki, TC’nin geleneksel Kürdistan politikası bir bütündür; bu, Kuzey’i, Güney’i, Doğu ve Rojava’yı birlikte ve bütünlüklü olarak kapsar. Her parçaya ilişkin farklı taktik ve uygulamalar geliştirebilir; ama bunların tümü temel ve bütünlüklü olarak Kürdistan stratejisine uyumlu olmak durumundadır.
Her zaman da buna özen göstermişlerdir; bunu “milli” bir reflekse, davranış kalıbına, hatta kültürüne dönüştürmüşlerdir. Kimi üslup farklarına rağmen bütün Cumhuriyet Hükümetleri bu çizgi ve refleksi özenle gözetmiş ve uygulamışlardır!
Gelinen noktada sayısız suçun birinci dereceden faili konumundaki Recep Tayyip Erdoğan, bu geleneksel Kürt ve Kürdistan politikasının özünü yeni taktik ve yöntemlerle “zenginleştirmiş”; yere, zamana ve koşullara, dengelere bağlı olarak uzlaşma ve inkâr ve imha yöntem ve yaklaşımlarını iç içe kullanmış; ama her zaman TC’nin stratejik Kürdistan politikasını gözetmiş ve bu doğrultuyu ısrarla sürdürmüştür.
Bu noktada ayrıntıya girmeksizin kafaların biraz karışık olduğu “Çözüm süreci” hakkında birkaç söz söylemek gerekir:
Erdoğan, kafasındaki ve uygulaya geldiği “Çözüm süreci” ile, hiçbir zaman TC’nin geleneksel, aynı anlama gelmek üzere resmi Kürdistan politikasından bir farklılaşmayı değil, tersine onu sürdürmeyi esas almıştır. Gelinen noktada Kürtler açısından bu Çözüm sürecinin içinin koca bir “sıfır” olması da tamı tamına bunu anlatır; bu, kesinlikle rastlantı değildir!
“Çözüm sürecini” devreye koyduğunda Erdoğan için birbirine bağlı iki temel hedef vardı:
Bir: Adım adım tek kişiye dayalı iktidarını kurumlaştırmak, bunun için önündeki engelleri tek tek ve güçler dengesi ve ilişkileri bağlamında “usta” taktiklerle başarmak! Bu noktada Kürdistan’daki gerilla ve serhildan eksenli mücadelenin en azından “tarafsızlaştırılarak” etkisizleştirilmesi ve bunun geniş bir toplusal desteğe dönüştürülmesi, Erdoğan açısından hedeflerine varmada çok önemli bir politik değere sahipti, aynı anlama gelmek üzere “taktik hamleye” denk düşüyordu. (Gerillayı bastırmak için sayısız yol denenmiş, Sri Lanka modellerinden söz edilmiş; ama bunlar hep boşa çıkarılmıştır. Bu olgu da gözden ırak tutulmamalı ve değerlendirmelerde göz ardı edilmemelidir!)
İki: Birinci hedefe sıkı sıkıya bağlıdır ve ikisi bir bütünü anlatmaktadır. Ortadoğu ve Suriye politikasında, genelde Kürt hareketini, en azından etkisiz ve hareketsiz kılarak hedeflerine varmak, deyim uygunsa “cephe gerisini” sağlama almak! Böylece İslamcı – Mezhepçi eksende bir bölgesel güç haline gelmek, Yeni-Osmanlı hayallerini gerçekleştirmek! Ancak çok açık ve nettir: Bu Suriye ve Ortadoğu politikasında Kürtlere yer yok, yaşam hakkı da yok, herhangi bir “çözüm” yok!
Öyle olduğu içindir ki her parçada Kürlere İŞİD eliyle katliam, soykırım ve “etnik temizlik” hareketini dayattılar; Kürtlere uygun gördükleri “çözüm”, İŞİD’li çözümden başkası değildir!
Hatırlayalım, Kuzey’de “Çözüm süreci rüzgârları” estirilirken, Rojava’ya karşı söz ve davranışlarında açıkça düşmanlık yapmaktan geri durmadılar. Bir yandan “Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt oluşumuna kesinlikle izin vermeyiz” biçiminde bir tavır ortaya koyarlarken, bir yandan da Nusra ve diğer İslamcı gruplarla Rojava’daki devrimci gelişmeleri daha başlangıç aşamasındayken boğmaya, bastırmaya çalışıyorlardı.
Ve bu düşmanlıklarını günümüze kadar büyüterek, derinleştirerek, açık katliam ve soykırım hareketleriyle taşıdılar; son Kobanê Katliamı ve işgal, müdahale tehdit ve hazırlıkları, anılan bu çizginin en son halkaları niteliğindedir…
Bu bağlamda TC ve İŞİD arasındaki ilişki çok net bir yere oturuyor:
İŞİD, TC’nin en başta bütün parçalarıyla Kürt ve Kürdistan’a karşı doğrultulmuş bir katliam, soykırım ve KONTRA silahıdır!
Aynı zamanda İŞİD, Erdoğan’ın tek başına hâkim ve iktidar olduğu TC’nin Suriye ve Ortadoğu politikasında en temel koçbaşlarından ve silahlarından biridir!
Daha fazlaya ayrıntıya girmeksizin şu noktaların altı çizilebilir: Musul’un işgalinden sonra ilk ve en büyük hedefi Güney Kürdistan olmuştur. Şengal’ın işgali ve orada gerçekleştirilen, gerçek anlamda bir soykırımdır, bir Ezdi halkımızın soykırımıdır. Sonra Güney Federe Kürdistan’a yönelen saldırının hedefi de Kürtler adına ne varsa hepsini çekirge sürüleri gibi silip süpürerek yok etmekti. Eğer başta Gerillanın, HPG’nin çok stratejik müdahalesi ve direnişi olmasaydı, sonra Peşmerge güçleri, toparlanarak karşı atağa geçmemiş olsaydı, ortaya çıkacak tablo, Kürtler açısından ne anlama gelirdi?
Sonra Kobanê saldırısı, tek başına İŞİD’ın stratejik hedeflerinin bir gereği miydi?
O uzun, gerçek anlamda kahramanlık ve tarihsel direniş günlerini hatırlayın: “Kobanê düştü düşecek” diye sevinç çığlıkları attığında Erdoğan, “Aman Allah'ım bir de Kantonlar kurmuşlar” diye Kürt halkıyla alay eden Arınç, bir bakıma, İŞİD eliyle yürütülen “Vekâlet savaşının” “zaferinden” emin görünüyorlardı, bunun erken kibrini yaşıyorlardı. O dönemde İŞİD’a verilen çok yönlü destekleri anmaya bile gerek yok, her şey çok açıktı…
Kobanê saldırısı ve işgali ile hedefledikleri çok açıktı: Sadece o güne dek devrim mücadelesiyle elde edilen kazanımları yok etmek değil, Rojava denilen varlığı tümden Kürtlerden arındırmak ve tarihe gömmekti.
Tekrar hatırlayalım:
Kobanê’nin işgaline paralel olarak Kobanê’nin tüm köyleri katliamlarla boşaltıldı, kanton merkezi de hemen hemen aynı durumdaydı. Peki, bu işgal ve vahşet hareketi başarıya ulaşmış olsaydı, geride bir Kobanê Kantonu, bir Kobanê’nin kendisi kalır mıydı? Aynı soru diğer Kantonlar için de geçerlidir! Ve ortaya çıkacak korkunç tablo, gerçek anlamda bir soykırım, bir “Etkin temizlik”ten başkası olmayacaktı! Kürt halkı, dostlarının da desteğiyle, bu yakıcı ve korkunç tehlikeyi iliklerine kadar yaşadılar ve olanca güçleriyle direndiler; salt bir soykırım tehlikesini defetmekle kalmadılar, 21. Yüzyılın “Stalingrad”ını, KOBANÊ DİRENİŞİ’ni de tarihe ve insanlığa armağan ettiler!
Açık ki, burada IŞID’ın başarısı, TC’nin geleneksel Kürt ve Kürdistan, güncel ulusal kurtuluş ve özgürlük hareketinin bastırılması ve imhası hedefi için stratejik bir “katkı” anlamına gelecekti.
Bu anlamda Kobanê Direnişi ve Zaferi, salt İŞİD için değil, Erdoğan ve TC için de stratejik bir yenilgidir! (Bu stratejik yenilginin sonuçları ve etkileri 7 Haziran seçimlerinde çok net olarak kendisini gösterdi.)
Kobanê Direnişi ve Zaferi bir dönüm noktasıdır, her açıdan bu böyledir… Aslında Rojava Devriminin “rüştünü” kanıtladığı bir dönüm noktasıdır!
Aslında kısa bir süre önce gerçekleştirilen Girê Spî (Tel Abyad) Zaferi, Kobanê Zaferinin açtığı yolda elde edilen çok önemli bir stratejik doruktur, Kobanê Zaferini ve sonuçlarını güvence altına alma yolunda stratejik bir dayanak noktasıdır! Rojava Kantonlarının birleştirilmesi, sadece stratejik açıdan değil, sadece “Arap Kemeri” adındaki Kürdistan’ı Kürtsüzleştirme politikasının boşa çıkarılması değil, aynı zamanda Kuzey ve genel Kürdistan özgürlük mücadelesine tarihsel değerde bir katkıdır!
Erdoğan ve medyasının Girê Spî (Tel Abyad) Zaferinden sonra bu kadar saldırganlaşmaları, yüzlerindeki bütün maskeleri büyük bir pervasızlıkla atmaları boşuna ve rastlantı değildir; gerçek kimliklerini, Rojava ve genel Kürdistan düşmanlıklarını bütün çıplaklığı ile dışa vuruyor.
Bir: bütün parçalarıyla Kürt ve Kürdistan’a karşı doğrultulmuş bir katliam, soykırım ve KONTRA silahı olan IŞID ciddi bir yenilgiye uğratılmış, TC ile en temel stratejik ve lojistik bağlantı noktası ortadan kaldırılmıştır.
İki: gelecekte alacağı resmi biçimi ne olursa olsun Rojava Kürdistan’ı daha somut, daha elle tutulur bir gerçekliğe dönüşmüştür. Bu, masa başında birilerinin lütfüyle değil, büyük bir direniş ve ağır bedellerle gerçekleşmiştir! Bunun politik ve tarihsel anlamı, geleceğe uzanacak etkileri çok önemlidir!
Üç: Erdoğan’ın Suriye, aynı anlama gelmek üzere İslamcı-Mezhepçi politikaları bir kez daha ağır bir yenilgi almıştır. Bu, içte alınan 7 Haziran yenilgisiyle geri dönülmez bir noktaya yol alışının da hazin resmidir!
Erdoğan ve onun hempaları, bundan dolayı kuduruyorlar, saldırıyorlar, YPG’nin İŞİD’den daha tehlikeli olduğu yalanını uydurmakta bir beis görmüyorlar. Bu yalan ve psikolojik savaş kampanyalarıyla önce Kobanê Katliamının politik ve psikolojik alt yapısını oluşturdular, sonra soykırım ve KONTRA silahı olan IŞID’ı Kobanê sokaklarına saldılar…
Yüzlerce insanımızın katli, yüzlercesinin yaralanması Erdoğan’a yetmedi ve geriye tek bir maske kırıntısını bırakmadan Kürt ve Kürdistan düşmanlığını şu çok açık sözlerle haykırdı:
"Tüm dünyaya sesleniyorum: Suriye'nin kuzeyinde, güneyimizde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun bu konudaki mücadelemizi sürdüreceğiz." (27 Haziran 2015 Hürriyet Gazetesi)
Yeterince açık değil mi?
Girê Spî (Tel Abyad) düşmeden önce TC için bir "Güvenlik Sorunu” yoktu. Ama ondan sonra peş peşe devletin üst katlarında toplantılar yapıldı, postallı medya savaş tamtamları çalmaya başladı, bütün bunları Kobanê Katliamı izledi.
Bütün bunlar, Kobanê Katliamının gerçek faillerini yeterince açıklamıyor mu? Aynı zamanda gerçek Kürt ve Kürdistan düşmanlarını bir kez daha hatırlatmıyor mu?
Aynı zamanda politik eğilimi ve kimliği ne olursa olsun bütün Kürtlerin görev ve sorumlulukların altını çok kalın harflerle çizmiyor mu?
Özellikle bu noktada TC’nin Rojava’ya doğrudan askeri müdahale ve işgal tehlikesine karşı etkin bir teşhir, iç ve dış kamuoyu oluşturma çabalarını yoğunlaştırmak gerekiyor; bu kampanyayı en geniş kesimlerle birlikte yürütmenin gerekliliği kaçınılmazdır.
Daha da önemlisi, Meclisteki HDP grubuna büyük bir iş düşmektedir: En genel anlamda Suriye politikası, MİT TIR’ları, IŞID’a verilen destek ve son olarak Kobanê Katliamı, Rojava’ya askeri müdahale ve işgal tehlikesi mümkün olan en kısa sürede gündeme getirilmesi gerekmektedir.
Acımız gerçekten çok büyük, tanımlanamaz boyutlarda, ama halkımızın umudu bu acılardan çok daha büyük!
Bütün tanımlanamaz acılara ve çok ağır bedellere rağmen 21. Yüzyıl, özgür Kürdistan yüzyılı olacaktır!
28 Haziran 2015
M. Can Yüce
NOT: TC’nin Kontra güçleri, katlettikleri gerillalarımızın cenazelerini her türlü insani ve ahlaki değerleri hiçe sayarak üst üste yığar, arabalar doldurarak teşhir ederlerdi. Bu savaş hukukunun ayaklar altına alınması kadar, en sıradan insani ölçülerin de çiğnenmesi demekti. Sadece bu “teşhir” sahneleri değil, aynı zamanda farklı biçimlerde çekilen fotoğraflar da anılan ölçüsüzlüğü anlatıyordu.
“Biz”, bu konulara son derece dikkat etmek durumundayız. Çünkü “biz”, ilkesel olarak, gelecek insanlık düşü bakımından kıyas kabul etmeyecek düzeyde “farklıyız”! “Biz” en zor koşullar ve acılar karşısında bile insani ve ahlaki değerleri “her şeyin” üstünde tutmak zorundayız; bizim için İlkerler ve gelecek hayallerimiz önemlidir. “Bizi biz yapan budur” çünkü!