nusaybin_10aralik_mansetAçık ki, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi yeni bir aşamaya gelmiştir; bu, taktik bir aşama değil, stratejik bir aşamadır.

Türk devleti de bütün gücüyle stratejik bir imha savaşı dayatmakta ve kesin stratejik bir sonuç almak istemektedir. Bu nedenle kendi yasalarını çiğneme pahasına, haftaları bulan sokağa çıkma yasaklarını uygulamakta, yüz bin nüfuslu kentlerimizi bütün ordusu, jandarması, polisi, özel savaş birlikleri, tankı, topu, uçağı ve helikopterleriyle, her türlü ölüm makineleriyle abluka altına almakta, toplu “cezalandırma”, en sıradan yaşam olanaklarından yoksun bırakarak kitlesel imha, kırım ve katliamları dayatmaktadır…

Bütün dünyanın gözlerinin önünde açıkça ve her açıdan tam bir pervasızlık, ölçüsüzlük ve sınırsızlıkla dayatılan ulusal imha, katliam, göçertme ve bastırma savaşına karşı, halkımız, bir politik programla, bu politik programı gerçekleştirme direnişi ve mücadelesi ile çıkmaktadır.

Bu, çok önemlidir ve stratejik bir aşamayı karakterize etmektedir. Bu nedenle ortada sadece bir direniş değil, onu da içeren program hedefli çok yönlü bir mücadele gerçekliği var…

Bu anlamda içerdiği taktik aşamalar ve kullanılan araç ve mücadelelerin biçimi, niteliği ve kapsamı ne olursa olsun, süren mücadele programatik, stratejik bir mücadeledir! Bu, bugün kendisini “Özyönetim” hedefi olarak somutlaştırmaktadır! Burada “Özyönetim” kavramının içi kim tarafından nasıl doldurulursa doldurulsun, politik-pratik, tarihsel-stratejik anlamı budur.

Bu, programatik bir duruştur;  politik ve stratejik anlamı çok açık, basit ve yalındır:

“Artik Türk sömürgeci egemenliğinde sömürge statüsü(zlüğü) altında yaşamak istemiyoruz; kendi kaderimizi, yaşamımızı ve geleceğimizi kendimiz belirlemek, bu konuda söz ve karar sahibi olmak, yaşamımıza egemen olmak, bunun da politik bir statü ile somutlanmasını istiyoruz!

Temel hedefimiz budur; bu hedef, artik bizim için bir var oluş, varlığımızı sürdürme, onurlu, özgür ve barış içinde bir yaşam anlamına gelmektedir; bundan aşağısı, tarihimiz tarafından sayısız kez doğrulanarak tekrarlandığı gibi, tekrarlanan tedip ve tenkil hareketleri, göçertmeler, katliamlar, aşağılanmalardır!

Artik bu tarihin her defasından tekrarlanmasına izin vermeyeceğiz! Tarihimizin ve bunun güncel ifadesi olan gerçekliğin önümüze koyduğu temel ve vazgeçilmez ders ve temel gerçeklik budur!

Çok açık ve doğaldır ki, bu, tartışmasız son derece haklı ve meşru bir talep, politik bir hedef ve mücadeledir!”

Bu anlamda, “Hendekler” ve “Hendek siyaseti” etrafında yürütülen tartışmalar anlamsızdır, dahası, dayatılan ulusal imha programının ve bunun somut uygulamasının somut özünü görmemek demektir, bu imha savaşını özel psikolojik savaş çabalarına, bilerek veya bilmeyerek katkı sunmaktır.

tedip1Şu sorular çok önemlidir:

Türk devleti, 24 Temmuzda tam bir “Milli mutabakat” ile neden gerçek anlamda bir imha savaşı başlattı?

Bunu sadece Erdoğan’ın iktidar hesaplarıyla, iktidarını mutlak olarak sürdürme hedefiyle açıklamak mümkün mü?

Bahçeli’nin 7 Haziran akşamında ortaya koyduğu tavır, Erdoğan – Baykal buluşması, Meclis Başkanının AKP’li adaya “Hediye” edilmesi, HDP’li Meclisin hiçbir biçimde çalıştırılmaması, CHP’nin haftalarca “oyalama oyunun” bir parçası olması ve sergilediği “muhalefet(sizlik) örneği”, oluşturulan “Anayasal geçici hükümet” biçimi ve bütün bunların toplamı olarak fiili olarak gerçekleştirilen DARBE ve bunun en azından zımni “Milli Mutabakat” onayı ve Kürdistan’a dayatılan imha savaşı, Suruç ve Ankara katliamları ile Türkiye devrimci, demokrat ve sosyalist güçleriyle Kürdistan devrim mücadelesi arasında oluşan ittifakı ezme ve önünü kesme pratikleri, “barikat karşıtlarına”, bir şeyler, sürece stratejik bakma konusunda bir şeyler anlatmıyor mu?

Başka bir ifadeyle “Barikatlar olmasaydı, bunlar olmasaydı, ya da PKK savaşa savaşla karşılık vermeseydi, bunlar olmazdı” gibi bir yaklaşım, TC’nin Kürdistan programından ve stratejisinden, bunun tarihsel gerçekleşme aşama ve süreçlerinden bihaber olmak demektir; en yumuşak deyişle böyle…

Geçmeden bir örnekle bu yaklaşımın anlamsızlığını hatırlatmamız gerekir:

12 Eylül 1980 Askeri darbesi Diyarbakır zindanında teslimiyet ve ihanet programını dayattığında, biz PKK tutsaklarının yanıtı net, kesin ve ikirciksiz bir biçimde “DİRENİŞ” biçiminde oldu!

Kendi politik iddia ve çizgisinde tutarlı, samimi olmanın, dahası onurlu ve başı dik insanlar olarak kalmanın biricik yolu da direnişten, direnmekten geçiyordu.

Buna karşılık, bir bakıma “barikatlar olmasaydı” teorisinin sahiplerinin politik öncülü gruplar ise “askeri darbeye karşı durulmaz, eğer direnir ve karşı çıkarsak, hepimizi duvarların dibinde kurşuna dizerler, en akıllı olanı, sessiz kalmak, dayatılanları kabullenmek ve bu fırtınanın geçmesini beklemektir; daha sonra ortam sakinleştikten sonra kaldığımız yerden devam ederiz” diyorlardı ve bunu olduğu gibi yaşamlarına uyguluyorlardı…

Ama bu teslimiyetçi yaklaşımları onlara da dar anlamda “rahat” bir yaşam getirmiyordu, tersine daha fazla aşağılanma, itibarsızlaşma, onursuzca uygulamayla karşı karşıya kalma ve sınırsız işkence getiriyordu. Her boyun eğişçi adım ve yaklaşım, daha büyük, ağır ve aşağılayıcı dayatmaların basamağı haline geliyordu…

Açık ki, tarihin de kanıtlayıp doğruladığı gibi, direnişte karar kılanlar, tarihsel gelişmelerin önünü açtılar; bugüne kadar gelen kurtuluş mücadelesinin temellerini altın harflerle yazdılar…

Bu direniş çizgisi kanıtladı ki, “Teslimiyet İhanete, Direniş Zafere Götürür” sloganı, sadece bir söz değil, Zindan direnişçiliğinde ve ondan sonraki sayısız direnişte ete kemiğe bürünen somut gerçekliğin kendisidir!

Bugünkü yakıcı gelişmeler de bunu her gün yeniden yeniden doğrulamaktadır…

Bütün önyargılardan bağımsız bir biçimde bütün bir Kürdistan tarihi, özellikle Kürdistan direniş tarihi incelendiğinde bugünün gelişmeleri, doğruları, paradoksları, iniş çıkışları daha doğru ve anlamlı bir biçimde kavranır.

Elbette 7 Hazirandan sonra gelişmelerin yönetimi, pratiği, çelişkileri, açmazları, yetersizlikleri, fazlalıkları tartışılmalıdır, kuşkusuz bunlar, yapılmalıdır. Bunları reddetmiyoruz, ya da yazdıklarımızdan bunların reddi anlaşılmamalıdır.

tedip2 tedip3Anlaşılması gereken, sürecin, gelişmelerin ana çizgileri, ana doğrultuları, stratejik hedef ve yönleridir!

Ulusal imha savaşı ve buna karşı Ulusal Kurtuluş Mücadelesi yeni bir aşamaya, stratejik bir aşamaya gelmiştir.

Peki, bu noktaya neden ve nasıl gelindi?

“Çözüm Sürecinden” Topyekûn İmha Aşamasına Neden ve Nasıl Gelindi?

Burada birbirine bağlı üç temel noktanın altını çizmemiz gerekir. Bir: Kobanî Direnişi ve Zaferi. İki: 7 Haziran Seçim Sonuçları. Üç: Girê Spî (Tel Abyad) Zaferi.

Açmakta yarar var:

24 Temmuz 2015 akşamı Kürdistan dağlarına, gerilla üslerine, gerilla alanlarına yapılan yoğun ve imha amaçlı hava saldırıları, salt Kürdistan halkına ve onun en dinamik güçlerine karşı değil, Türkiye’deki Kürt halkının dostlarına, devrimci, sosyalist, demokrat, ilerici, aydın, işçi, emekçilere karşı geliştirilen topyekûn bir imha saldırısıdır. Suruç Katliamının hemen ardından bu topyekûn saldırının başlatılması da bunu açıkça ortaya koyuyor…

Aynı topyekûn saldırılar,  kent ablukaları, sokağa çıkma yasakları ve toplu yaşama olanaklarını ortadan kaldırma, kitlesel göçertmeler, katliamlar, politik cinayetler ve suikast girişimleri, şehir merkezlerinde kitlesel tutuklama operasyonları, etkin ve yoğun, bayağı psikolojik savaş kampanyaları ile birlikte yapıldı ve bunlar yoğunlaşarak devam etti; daha önce sanıldı ki, bu imha savaş uygulamaları, salt 1 Kasım seçimlerine dönüktür!

Bu boyutu da var kuşkusuz, ama bunun daha kapsamlı ve katmanlı bir imha stratejisi olduğu bugün çok daha net bir biçimde görülmektedir!

Daha sonraki imha amaçlı saldırı pratikleri de gösterdi ki, bu, kısa vadeli, kısa taktik hedeflere sahip bir saldırı değil, iç iktidar ilişki ve dengelerinde bir darbe sürecine ve “Milli Mutabakata” dayanan stratejik imha hareketinin en kanlı ve yoğun adımı niteliğindedir.

24 Temmuz saldırısından iki gün sonra yaptığımız bir değerlendirmede,  TC’nin “bu topyekûn saldırısının genel ve güncel hedeflerini”  kısaca şöyle özetledik:

“Bu topyekûn saldırının genel ve güncel hedefleri nelerdir?

Bu soru çok önemli, doğru politikalar izlemek açısından mutlaka serinkanlı, tepkilerden uzak ve derinlikli analizlere ihtiyaç var. Aslında güncel hedefler genel hedefin somutlanmış, uygulama haline sokulmuş durumundan başka bir şey değildir. Kısaca özetlemekte yarar var:

“Unutmamak ve hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekir ki, TC’nin geleneksel Kürdistan politikası bir bütündür; bu, Kuzey’i, Güney’i, Doğu ve Rojava’yı birlikte ve bütünlüklü olarak kapsar. Her parçaya ilişkin farklı taktik ve uygulamalar geliştirebilir; ama bunların tümü temel ve bütünlüklü olarak Kürdistan stratejisine uyumlu olmak durumundadır.

Her zaman da buna özen göstermişlerdir; bunu “milli” bir reflekse, davranış kalıbına, hatta kültürüne dönüştürmüşlerdir.  Kimi üslup farklarına rağmen bütün Cumhuriyet Hükümetleri bu çizgi ve refleksi özenle gözetmiş ve uygulamışlardır!

Gelinen noktada sayısız suçun birinci dereceden faili konumundaki Recep Tayyip Erdoğan, bu geleneksel Kürt ve Kürdistan politikasının özünü yeni taktik ve yöntemlerle “zenginleştirmiş”; yere, zamana ve koşullara, dengelere bağlı olarak uzlaşma ve inkâr ve imha yöntem ve yaklaşımlarını iç içe kullanmış; ama her zaman TC’nin stratejik Kürdistan politikasını gözetmiş ve bu doğrultuyu ısrarla sürdürmüştür.”

Bu bağlamda TC’nin geleneksel Kürdistan politikası ile Erdoğan’ın kendi Sultanlık hayallerini sürdürme, fiili olarak kurduğu, ama henüz bunu hukuki bir zemine oturtamadığı diktatörlüğünü “ne pahasına olursa olsun” sürdürme kararlılığı, güncelde örtüşmüştür.

Çelişkileri, paradoksları da bu bütünleşmede gizlidir. Erdoğan – MHP örtük ittifakı ve bunun kökleri anılan bu “örtüşmede” var; bu, TC’nin inkâr ve imha çizgisinden başka bir şey değildir.

İzlenen stratejik hedef yukarıda kısaca özetlenen çerçevede vurgulandığı gibi çok açıktır: Politik bir realite olarak bölgesel düzeyde hatırı sayılır bir konum kazanmış ve fiili olarak sömürge Kürdistan sınırlarını aşmış Kürdistan Devrimci Mücadelesinin bütün politik, askeri, moral ve toplumsal kazanımlarını geriletmek, daraltmak, iç ve dışta tecrit çemberini geliştirmek ve uzun vadede fiilen aşılan sömürge Kürdistan’ı yeniden “restore” etmek!

Bunu gerçekleştirebilirler mi, gerçekleştiremezler mi; bu, ayrı bir konudur, ama açık hedefleri budur.

Bu, aynı zamanda TC egemenlik sistemini oluşturan bütün güç odaklarının, çevrelerinin stratejik paydasıdır.

Aydınlık’tan Sözcü’ye, Hürriyet’ten Sabah’a uzanan yayın organlarına bakıldığında nasıl da bir işaretle “asıllarına döndükleri” çok rahatlıkla görülecektir.

HDP’ye saldırı, hatta kapatmaya dönük girişim işaretleri, bir Kontra Şefi konumundaki Bahçeli’nin Yargıtay Başsavcılığına yaptığı çağrı; giderek bütün yasal çalışma alanlarını daraltmaya dönük operasyonlar;

Gerilla alanlarına kapsamlı imha saldırıları;

İçte ve dışta devrimci mücadelenin ittifak zeminlerini daraltma çabaları;

Ve sonuçta tecrit ve bastırma… İşte bütün bu ana başlıklar bu genel planın ana unsurlarını özetlemektedir.

Bunun güncelde nasıl somutlandığını kısaca özetlemekte yarar var:

Güncel topyekûn imha savaşı ile Erdoğan’ın iktidar hedefleri arasında doğrudan bir ilişki vardır. Rojava ve genel Kürdistan’a düşmanlık ve savaş, içte en geniş milliyetçi, şoven ve ırkçı çevreleri bir “Milli Mutabakatta” buluşturmada önemli bir araç olarak düşünülmekte, yine bu, “iç güvenlik” bahanesi yaratmada da bir politik ve psikolojik etken olarak kullanılmak istenmektedir…

Ne pahasına olursa olsun elde ettiği iktidar konumu bırakmamak ve sürdürmek, Erdoğan için bir var oluş nedenidir. O kadar suça bulaştılar ki iktidardan düştükleri an, kendilerini iç ve uluslar arası yargının karşısında bulacaklarını çok iyi biliyorlar…

Katil ve hırsızın, tek bir seçeneği vardır: Ne pahasına olursa olsun suç imparatorluğunu sürdürmek! Hele bu suç imparatorunun bütün suçları belgeleriyle ortada duruyorken yapamayacağı hiçbir kötülük yoktur, işlemeyeceği bir suç, yapmayacağı bir katliam ve hunharlık yoktur;  suç işlemekte bir ölçü, sınır ve ahlakı kural tanıması da mümkün değildir!

Açık ki 7 Haziran Erdoğan’ın iktidar planları ve hedeflerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu nedenle 7 Haziran seçim sonuçlarını yok sayıyorlar. Bunun ilk adımı MHP tarafından 7 Haziranın akşamımda atıldı; bu, Erdoğan’a büyük bir cesaret verdi, manevra alanlarını genişletti… MHP’nin bu yok sayma tavrı ile bugün başlatılan topyekûn saldırının da güncel fitili ateşlenmiştir; “milli mutabakatın” fiili zemini döşenmiştir.

Bu anlamda dayatılan topyekûn saldırı, bir bakıma 7 Haziran’ın rövanşı niteliğindedir; onun ortaya çıkardığı kazanımları bastırma, yok etme hareketidir…”

Açıkça görüldüğü gibi, burada Erdoğan’ın güncel iktidar hesaplarıyla devletin ve onun belli başlı unsurlarının Kürt ve Kürdistan konusundaki milli refleksleri çakışmıştır.

Başka bir ifadeyle Erdoğan, anılan bu Milli refleksleri kendi politik-askeri ve psikolojik dayanakları haline getirdi. Kendi darbe süreci ile Kürt ve Kürdistan kazanımlarına karşı topyekûn savaşını aynı dalga boyunda buluşturdu; bir bakıma kendi savaşını “Mili savaş” olarak göstermeyi “başardı” ve bu doğrultuda “Mili mutabakatı” büyük ölçüde gerçekleştirdi…

Çok net görüleceği gibi, öteden beri yürütülen, farklı dönemlerde farklı biçimler kazanan Kürdistan devrimci direnişini, Türkiye’de demokrasi mücadelesini bastırma özel savaşı ile saray darbesi, bunun final aşaması üst üste binmiştir.

Bu savaşın dayandığı “Mili Mutabakat’ın temel güç ittifakları ise çok açıktır: Erdoğan ve AKP, Ordu ve MHP! Buna CHP’nin mevcut yönetimi ve “Ulusalcı” kanadını eklememiz gerekir!

Kuşkusuz bu açık bir darbe durumudur, bu darbe durumu hiç de 12 Eylülden daha geri bir konumda değildir.

Anayasa askıya alınmış, kendi itiraflarıyla “Parlamenter sistem buzdolabına konulmuş”, 7 Haziran Seçim sonuçları fiilen yok sayılmıştır. En temel kararlar Saray tarafında alınmakta ve kukladan öte bir anlamı olmayan Başbakan ve hükümet tarafından uygulanmaktadır.

Erdoğan’ın fiili diktatörlüğünü sürdürmek için her yola başvuracağı çok açıktı. Bunun için en uygun “tez” Kürt, Kürdistan, PKK, PYD, HDP düşmanlığıdır. Bu düşmanlık ve savaş durumu ile iktidar planlarını meşrulaştırabileceğini, en geniş “milli mutabakatı” gerçekleştirebileceğini biliyordu.

sur_amed-16.1215.Bu bağlamda HDP ilk planda “bertaraf” edilmesi gereken bir hedef olarak seçilmiştir. HDP’yi kapatma da dahil her türlü psikolojik kampanya ile gözden düşürme, kitlesel tutuklamalarla zayıflatma ve sonuçta 7 Haziran kazanımlarını yok etme, erken seçimde, HDP’yi baraj altında bırakma; Erdoğan’ın ilk, acil hedefleri arasındaydı.  Bunları çok yönlü bir saldırı kampanyasıyla hayata geçirdiğini biliyoruz, ayrıntıya girmeye gerek yok.

Bu noktada Kobanî eksenli gelişmelerle yürütülmekte olan imha savaşı arasında dolaysız bir ilişki var, kısaca hatırlayalım. Kobanê’de gerçekleştirilen katliam üzerine yaptığımız bir değerlendirme yazısında kısaca şunları yazdık:

“Hatırlayalım, Kuzey’de “Çözüm süreci rüzgârları” estirilirken, Rojava’ya karşı söz ve davranışlarında açıkça düşmanlık yapmaktan geri durmadılar. Bir yandan “Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt oluşumuna kesinlikle izin vermeyiz” biçiminde bir tavır ortaya koyarlarken, bir yandan da Nusra ve diğer İslamcı gruplarla Rojava’daki devrimci gelişmeleri daha başlangıç aşamasındayken boğmaya, bastırmaya çalışıyorlardı…

Ve bu düşmanlıklarını günümüze kadar büyüterek, derinleştirerek, açık katliam ve soykırım hareketleriyle taşıdılar; son Kobanê Katliamı ve işgal, müdahale tehdit ve hazırlıkları, anılan bu çizginin en son halkaları niteliğindedir…

Bu bağlamda TC ve İŞİD arasındaki ilişki çok net bir yere oturuyor:

İŞİD, TC’nin en başta bütün parçalarıyla Kürt ve Kürdistan’a karşı doğrultulmuş bir katliam, soykırım ve KONTRA silahıdır!

Aynı zamanda İŞİD, Erdoğan’ın tek başına hâkim ve iktidar olduğu TC’nin Suriye ve Ortadoğu politikasında en temel koçbaşlarından ve silahlarından biridir!

Daha fazlaya ayrıntıya girmeksizin şu noktaların altı çizilebilir: Musul’un işgalinden sonra ilk ve en büyük hedefi Güney Kürdistan olmuştur. Şengal’in işgali ve orada gerçekleştirilen, gerçek anlamda bir soykırımdır, Ezdi halkımızın soykırımıdır. Sonra Güney Federe Kürdistan’a yönelen saldırının hedefi de Kürtler adına ne varsa hepsini çekirge sürüleri gibi silip süpürerek yok etmekti. Eğer başta Gerillanın, HPG’nin çok stratejik müdahalesi ve direnişi olmasaydı, sonra Peşmerge güçleri, toparlanarak karşı atağa geçmemiş olsaydı, ortaya çıkacak tablo, Kürtler açısından ne anlama gelirdi?

Sonra Kobanê saldırısı, tek başına İŞİD’ın stratejik hedeflerinin bir gereği miydi?

O uzun, gerçek anlamda kahramanlık ve tarihsel direniş günlerini hatırlayın: “Kobanê düştü düşecek” diye sevinç çığlıkları attığında Erdoğan, “Aman Allah'ım bir de Kantonlar kurmuşlar” diye Kürt halkıyla alay eden Arınç, bir bakıma, İŞİD eliyle yürütülen “Vekâlet savaşının” “zaferinden” emin görünüyorlardı, bunun erken kibrini yaşıyorlardı. O dönemde İŞİD’a verilen çok yönlü destekleri anmaya bile gerek yok, her şey çok açıktı…

Kobanê saldırısı ve işgali ile hedefledikleri çok açıktı: Sadece o güne dek devrim mücadelesiyle elde edilen kazanımları yok etmek değil, Rojava denilen varlığı tümden Kürtlerden arındırmak ve tarihe gömmekti.

Tekrar hatırlayalım:

Kobanê’nin işgaline paralel olarak Kobanê’nin tüm köyleri katliamlarla boşaltıldı, kanton merkezi de hemen hemen aynı durumdaydı. Peki, bu işgal ve vahşet hareketi başarıya ulaşmış olsaydı, geride bir Kobanê Kantonu, bir Kobanê’nin kendisi kalır mıydı? Aynı soru diğer Kantonlar için de geçerlidir! Ve ortaya çıkacak korkunç tablo, gerçek anlamda bir soykırım, bir “Etkin temizlik”ten başkası olmayacaktı! Kürt halkı, dostlarının da desteğiyle, bu yakıcı ve korkunç tehlikeyi iliklerine kadar yaşadılar ve olanca güçleriyle direndiler; salt bir soykırım tehlikesini defetmekle kalmadılar, 21. Yüzyılın “Stalingrad”ını, KOBANÊ DİRENİŞİ’ni de tarihe ve insanlığa armağan ettiler!

Açık ki, burada IŞID’ın başarısı, TC’nin geleneksel Kürt ve Kürdistan, güncel ulusal kurtuluş ve özgürlük hareketinin bastırılması ve imhası hedefi için stratejik bir “katkı” anlamına gelecekti.

Bu anlamda Kobanê Direnişi ve Zaferi, salt İŞİD için değil, Erdoğan ve TC için de stratejik bir yenilgidir! (Bu stratejik yenilginin sonuçları ve etkileri 7 Haziran seçimlerinde çok net olarak kendisini gösterdi.)

Kobanê Direnişi ve Zaferi bir dönüm noktasıdır, her açıdan bu böyledir… Aslında Rojava Devriminin “rüştünü” kanıtladığı bir dönüm noktasıdır!

Aslında kısa bir süre önce gerçekleştirilen Girê Spî (Tel Abyad) Zaferi, Kobanê Zaferinin açtığı yolda elde edilen çok önemli bir stratejik doruktur, Kobanê Zaferini ve sonuçlarını güvence altına alma yolunda stratejik bir dayanak noktasıdır! Rojava Kantonlarının birleştirilmesi, sadece stratejik açıdan değil, sadece “Arap Kemeri” adındaki Kürdistan’ı Kürtsüzleştirme politikasının boşa çıkarılması değil, aynı zamanda Kuzey ve genel Kürdistan özgürlük mücadelesine tarihsel değerde bir katkıdır!

Erdoğan ve medyasının Girê Spî (Tel Abyad) Zaferinden sonra bu kadar saldırganlaşmaları, yüzlerindeki bütün maskeleri büyük bir pervasızlıkla atmaları boşuna ve rastlantı değildir; gerçek kimliklerini, Rojava ve genel Kürdistan düşmanlıklarını bütün çıplaklığı ile dışa vuruyor.

Bir: bütün parçalarıyla Kürt ve Kürdistan’a karşı doğrultulmuş bir katliam, soykırım ve KONTRA silahı olan IŞID ciddi bir yenilgiye uğratılmış, TC ile en temel stratejik ve lojistik bağlantı noktası ortadan kaldırılmıştır.

İki: gelecekte alacağı resmi biçimi ne olursa olsun Rojava Kürdistan’ı daha somut, daha elle tutulur bir gerçekliğe dönüşmüştür. Bu, masa başında birilerinin lütfüyle değil, büyük bir direniş ve ağır bedellerle gerçekleşmiştir! Bunun politik ve tarihsel anlamı, geleceğe uzanacak etkileri çok önemlidir!

Üç: Erdoğan’ın Suriye, aynı anlama gelmek üzere İslamcı-Mezhepçi politikaları bir kez daha ağır bir yenilgi almıştır. Bu, içte alınan 7 Haziran yenilgisiyle geri dönülmez bir noktaya yol alışının da hazin resmidir!

 Erdoğan ve onun hempaları, bundan dolayı kuduruyorlar, saldırıyorlar, YPG’nin İŞİD’den daha tehlikeli olduğu yalanını uydurmakta bir beis görmüyorlar. Bu yalan ve psikolojik savaş kampanyalarıyla önce Kobanê Katliamının politik ve psikolojik alt yapısını oluşturdular, sonra soykırım ve KONTRA silahı olan IŞID’ı Kobanê sokaklarına saldılar…

Yüzlerce insanımızın katli, yüzlercesinin yaralanması Erdoğan’a yetmedi ve geriye tek bir maske kırıntısını bırakmadan Kürt ve Kürdistan düşmanlığını şu çok açık sözlerle haykırdı:

 "Tüm dünyaya sesleniyorum: Suriye'nin kuzeyinde, güneyimizde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun bu konudaki mücadelemizi sürdüreceğiz." (27 Haziran 2015 Hürriyet Gazetesi)

Yeterince açık değil mi?

Girê Spî (Tel Abyad) düşmeden önce TC için bir "Güvenlik Sorunu” yoktu. Ama ondan sonra peş peşe devletin üst katlarında toplantılar yapıldı, postallı medya savaş tamtamları çalmaya başladı, bütün bunları Kobanê Katliamı izledi.”

Ama bütün bunlara rağmen Rojava politikaları, başarılı olmadığı gibi, İncirlik tavizi, kendisine Kuzeydeki imha saldırıları için belli bir “destek” getirse de bu, Rojava planlarını hayata geçirmede yeterli olmadı. Daha sonra Rusya’nın Suriye “Denklemine” güçlü bir tarzda girmesi Erdoğan’ın şahsında TC’nin Suriye planlarını da büyük ölçüde sekteye uğrattı. Yitirilen bu inisiyatifi yeniden toparlamak için Rusya’nın savaş uçağını düşürme noktasına kadar gittiler. Bütün bu eksendeki oluşan güç dengeleri objektif olarak, Rojava devrimci mücadelesine yeni olanakların kapısını araladı…

Aslında Irak’ta ve Suriye’de sömürge statüsün dönülmez bir biçimde parçalanması, Rojava devrimci mücadelesinin ulaştığı politik ve askeri düzey, 7 Haziran Seçimleriyle ortaya çıkan politik başarılar, genel olarak Kürtler açısından tarihsel bir eşiğe işaret etmektedir. Burada altını çizmekte yarar var: Ortaya çıkan bu politik ve askeri güç düzeyi, bölgesel ve onun üzerinden uluslar arası düzeyde yakalanan somut güç dengesi, esas olarak Kürt halkının özgücüne ve her defasında kendisini kanıtlayan direnişçiliğine dayanmaktadır…

Artik gelinen noktada bir bakıma, Ortadoğu sorunu, bir Kürt ve Kürdistan sorunu haline gelmiştir ve Kürtler ve onun politik aktörleri, özellikle Rojava’da PYD ve Kuzey’de PKK bu denklemde hatırı sayılır bir “denge etkeni” haline gelmişlerdir!

İşte, bu tarihsel politik olgu, TC açısından, onun bütün güç unsurları ve odakları bakımından bir “varoluşsal tehdit ve tehlike” olarak algılanmıştır; buna verilen karşılık ise DARBE ve topyekûn imha savaşı olmuştur.

Erdoğan’ın darbesini içte ciddi bir muhalefet ile karşılaşmadan yapması, en geniş “Milli Mutabakat” ile gerçekleştirmesi, temelde bundan kaynaklanmaktadır. Erdoğan’ın iktidar serüveni ayrı bir tartışma konusudur, ama bugün gerçekleştirilen darbe ve onun yürüttüğü gözü kara imha saldırıları ve dayandığı “Milli” güç dayanakları vurguladığımız Kürdistan kavrayışına dayanmaktadır.

Geçmeden vurgulamakta yarar var; bu, “Çözüm süreci” üzerine kurulan hayaller noktasıdır; bu, özellikle liberal çevrelerin yanıldıkları bir noktadır.

Aslında gerçekte TC açısından bir “Çözüm süreci” ve onun içini doldurma niyeti yoktu. Ve yeniden gerçek anlamda iki eşit tarafa ve onların iradesine dayanan gerçek anlamda bir onurlu politik çözüm sürecinin başlaması, “eski”nin bir tekrarı niteliğinde olmayacaktır; böyle bir sürecin kaderi ancak içinde geçmekte olduğumuz stratejik aşamanın seyrine ve kaderine bağlıdır!

“Bu noktada ayrıntıya girmeksizin kafaların biraz karışık olduğu “Çözüm süreci” hakkında birkaç söz söylemek gerekir:

Erdoğan, kafasındaki ve uygulaya geldiği “Çözüm süreci”, TC’nin geleneksel, aynı anlama gelmek üzere resmi Kürdistan politikasından bir farklılaşmayı değil, tersine onu sürdürmeyi esas almıştır. Gelinen noktada Kürtler açısından bu Çözüm sürecinin içinin koca bir “sıfır” olması da tamı tamına bunu anlatır; bu, kesinlikle rastlantı değildir!

“Çözüm sürecini” devreye koyduğunda Erdoğan için birbirine bağlı iki temel hedef vardı:

Bir: Adım adım tek kişiye dayalı iktidarını kurumlaştırmak, bunun için önündeki engelleri tek tek ve güçler dengesi ve ilişkileri bağlamında “usta” taktiklerle başarmak! Bu noktada Kürdistan’daki gerilla ve serhildan eksenli mücadelenin en azından “tarafsızlaştırılarak” etkisizleştirilmesi ve bunun geniş bir toplusal desteğe dönüştürülmesi, Erdoğan açısından hedeflerine varmada çok önemli bir politik değere sahipti, aynı anlama gelmek üzere “taktik hamleye” denk düşüyordu. (Gerillayı bastırmak için sayısız yol denenmiş, Sri Lanka modellerinden söz edilmiş; ama bunlar hep boşa çıkarılmıştır. Bu olgu da gözden ırak tutulmamalı ve değerlendirmelerde göz ardı edilmemelidir!)

İki: Birinci hedefe sıkı sıkıya bağlıdır ve ikisi bir bütünü anlatmaktadır. Ortadoğu ve Suriye politikasında, genelde Kürt hareketini, en azından etkisiz ve hareketsiz kılarak hedeflerine varmak, deyim uygunsa “cephe gerisini” sağlama almak! Böylece İslamcı – Mezhepçi eksende bir bölgesel güç haline gelmek, Yeni-Osmanlı hayallerini gerçekleştirmek! Ancak çok açık ve nettir: Bu Suriye ve Ortadoğu politikasında Kürtlere yer yok, yaşam hakkı da yok, herhangi bir “çözüm” yok!”

Dolayısıyla Erdoğan ve onun öncülüğünde TC’nin bir çırpıda “Barış Sürecini” tekmelemesi, hiç de şaşırtıcı değildir; yani ortada esasta değişen bir şey yoktu!

Son bir hatırlatma daha: Darbe ve imha hareketi koşullarında “demokratik” siyasetin sonuç alıcılığından söz etmek de ancak kendi kendini kandırmak olur! Gerçekleştirilen darbenin 1 Kasım seçimleriyle belli ölçülerde “ yasal”  kılıfa uydurulmasından sonra imha saldırılarının hızından bir şey kaybetmeden devam etmesi, dahası gerçek anlamda kentsel yıkım ve kitlesel katliamlar boyutuna çıkarılması, bütün bunlar yapılırken her türlü yasa ve uluslar arası kuralların çiğnenmesinde bir beis görülmemesi, karşı karşıya kalınan darbe ve 1920’li, 1930’lu yılların “Tedip ve Tenkil” hareketlerinin güncel versiyonlarını anlatmaktadır.

Bugün anlatılırken, 1990’lı yıllar hatırlatılmaktadır: Bugünkü imha saldırıları elbette 1990’lı yılların uygulamaları içeriyor; ama bu, tek başına gerçekliği anlatmakta yetersizdir! Bugün, Koçgiri’de, Şeyh Sait Ayaklanması sürecinde, Ağrı’da, Zilan ve Dersim katliam ve soykırım hareketlerinde gerçekleştirilenlerin, güncellenmiş bir biçimiyle karşı karşıyayız. O günün gazeteleri “Büyük Temizlik” manşetleri atmıştı; bugünün gazeteleri de aynı “şehvetli” manşetlerle çıkmaktadır. Bu, bir rastlantı mı?

Ama unutmayalım, bugün dünden temelde çok farklı bir gerçeklik var karşılarında: Bugün karşılarında dünün sıradan köylüleri değil, on yılların direnişçiliği ile donanmış savaşçıları ve “savaşan halk Gerçekliği” var!

Temelde bu ve daha sayısız etken açıkça gösteriyor ki, bu kez başaramayacaklardır!

Bu kez zafer her zamankiden daha fazla mümkündür!

Yeter ki, çok temel ve stratejik hatalar yapılmasın!

Kürdistan’da halkımıza dayatılan “Tedip ve Tenkil” hareketlerine, topyekûn imha savaşına karşı halkımızın geliştirdiği “Özyönetim” direnişini ve mücadelesini desteklemek, vazgeçilmez bir yurtseverlik görevidir!

                                                                                                         20 Aralık 2015

                                                                                                                     M. Can Yüce

                                                                                             E-Mail: can@mehmetcanyuece.com

                                                                                            Web: www.mehmetcanyuece.com

 

.

 

 

 

News Reporter

Bir yanıt yazın