Bundan 8 yıl önce, 2007’de kaleme alınmış bir değerlendirmeden uzun bir bölümü aşağıya alıyorum. Güncelliğini koruduğunu düşünüyorum:
“15 Ağustos, bir tarihtir, bugünü etkilemeye devam eden bir tarih…
15 Ağustos Atılımının üzerinden yıllar geçti. 23 yıl… Neredeyse çeyrek asırlık bir süre… O günden bu yana sayısız olay oldu, sayısız gelişme yaşandı… 15 Ağustos hala tartışılıyor, etkileri, sonuçları bugünkü gelişmeleri etkilemeye devam ediyor…
Bu, nedensiz değildir… 15 Ağustos, on yıllardır çözümsüz bırakılmış, dahası kördüğüme dönüştürülmüş bir soruna neşter vurma, çözüm yoluna sokma girişimi, atılımıdır.
Etkilerinin ve sonuçlarının tarihselliği, neşter vurmak durumunda olduğu sorunun tarihselliğinden, büyüklüğünden, kördüğüm haline getirilmiş niteliklerinden kaynaklanıyor… İnkâr edilen, imha sürecine alınan, bütün hakları gasp edilen bir halkın özgürlük ve bağımsızlık davası, bunu bir var oluş mücadelesi olarak başlatma hareketinin deprem etkisi yaratacak kadar sarsıcı olması gayet anlaşılır değil mi?
İnkâr, imha, sömürge esareti, aşağılama sistemi yabancı zora, şiddete dayanıyor; zor ve şiddet sömürge egemenliğin temel yönetme dili, yöneterek yok etme dili… Bu dil, bırakalım sıradan bir hak talebini, soluk almayı bile olanaksız hale getiriyordu, getiriyor… Peki, bu yok etme şiddetine ve zorla yöneterek imha sistemine karşı ne yapılabilirdi? Kendi ulusal kimliği ile var oluş ve özgürlük istemi, Kürt halkının da en tartışmasız demokratik, insani ve var oluş hakkı değil mi? Bu hakkı istemek, evet, öncelikle sadece istemek, dile getirmek eyleminin karşılığı neydi? İşkence, baskı, hapis, ölüm dışında bir karşılığı var mıydı? Dün de bugün de bunun başka bir karşılığı var mı?
Gerçekten ulusal kimlik, özgürlük, bağımsızlık ve hatta en sıradan demokratik hak taleplerinde samimi, ciddi ve tutarlı olmak için ne yapmak gerekiyordu? Yalvarmak, hak dilenmek, dilekçeler yazmak, “yasal demokratik mücadele stratejilerini” benimsemek, “barış” gibi kavramları kutsallık düzeyinde değerlendirip önünde secdeye durmak, dernek, “girişim” gibi “sivil inisiyatifler” geliştirmek gibi yaklaşımlarla özgürlük ve ulusal kimlik konusunda samimi olmak mümkün mü?
Öncelikle amaç ile aracın uygunluğu konusunda samimi olmak gerekiyor. Yani, aracın amacı gerçekleştirecek nitelikte, etkide ve güçte olması gerekiyor. Bu da yetmiyor, bu uygunluğu pratikte gerçekleştirmek de şarttır! Doğru amaç, uygun ve etkili araç ile bunun pratiği, işte, bu üçlü bütünlüğü yaşamlarında ete kemiğe büründürenler, tarihin önünü açtılar, tarihe mal oldular, bundan sonra da tarih yazmaya devam edeceklerdir.
15 Ağustos, işte, bu gerçekliğin en parlak ve simgesel gerçekleşmesidir!
Ama bu üçlü bütünlüğü görmezden gelenler, “Peynir gemisini lafla yürüteceğini” sananlar, tarihin bir kırıntısı dahi olamadılar, samimiyetsizlikleriyle, ciddiyetsizlikleriyle silinip gittiler…
M. Hayri Durmuş, Mahkeme kürsüsünde 14 Temmuz Ölüm Orucu kararını açıklarken, önemli bir noktaya vurgu yapıyordu: M. Hayri Durmuş, Ulusal kurtuluş ve özgürlük davasında samimi olmanın ölçütünün, devrimci zora, silahlı mücadele aracına bakışta ve pratiğinde düğümlendiğini vurguluyordu. O, buna, sömürgeci sistemin tahlilinden, dünyamızı yöneten temel yasa olan güç ve şiddet yasasını derinliğine kavrayışından ulaşıyordu. 14 Temmuz ve 15 Ağustos bu sözlerinin ve kavrayışının en parlak kanıtlanmasıdırlar! 15 Ağustos’un 14 Temmuzun daha üst düzeyde bir uygulanması olmasının bir nedeni de budur!
Burada bir iki cümle ile 14 Temmuz’dan da söz etmemiz gerekiyor: 14 Temmuz teslimiyet ve ihanete karşı kararlı bir duruş, sömürgeci inkâr ve imha sitemine karşı bir meydan okumaydı! Sadece bu kadar mı? Hayır! 14 Temmuz, sadece bir karşı koyuş ve direniş değil, aynı zamanda, bir yaşam projesi ve politik bir programın uygulama kararlılığıydı; zaten karşı koyuş ve direnişi belirleyen, kararlılığın her zerresini şekillendiren bu yaşam projesi ve politik programın kendisiydi! Bu program, bağımsız, özgür, demokrat, birleşik ve giderek sosyalist bir Kürdistan idealinin somut ifadesinden başka bir şey değildi!
Aslında 15 Ağustos, amaç ile araç arasındaki ilişki sorusunun somut ve eylemsel bir yanıtıdır!
‘70’li yılların bu en önemli tartışma konusu, 15 Ağustos ile yanıtını bulmuştu. (…)
15 Ağustos, sadece bir zor ve şiddet hareketi mi? Yalnız Kürdistan’ın iki küçük kasabasının baskını mıdır? Onu karakterize eden bu mu?
Bir yöntem ve aracı anlamlandıran, ona içerilen politik programın kendisidir! Bu program, bir halkın ulusal kurtuluş ve özgürlük, kendi kaderini özgürce belirleme hakkı programıdır! Bu programı, sadece söz düzeyinde açıklamak bile zindan, işkence, ölüm ile karşılanıyorsa, bu haklı programda samimi olmanın yolu nereden geçerdi?
Açık ki, ya sözünüzde samimi ve tutarlı olacaksınız ve sözünüzün gereğini yaparsınız! Ya da samimiyetsizliğinizle bir kenara itilirsiniz! Bunun dışında ahlaki bir davranış olabilir mi?
Dolayısıyla 15 Ağustos’u salt bir silahlı eylem olarak değerlendirmek, eksik ve yanlış, onun dayandığı politik programı görmezden gelmek olur! Aynı zamanda bu, yol açtığı gelişmeleri göz ardı etmek anlamına gelir!”
Ve yeniden bir Tekrar:
“15 Ağustos, bir tarihtir, bugünü etkilemeye devam eden bir tarih…
Kobanê bunun güncel zirvesidir!