7 Haziran seçimleri ve HDP’nin kazandığı seçim başarısı, Kürdistan ve Türkiye tarihinde çok önemli bir politik ve moral dönüm noktasına işaret ediyor.
Kuşkusuz bu, boşuna ve nedensiz değildir.
I.
Her şeyden önce 7 Haziran seçimleri, her açıdan ve hemen hemen her yönüyle “normal” ve sıradan değildi. Sorulması ve yanıtlanması gereken soru şu: Bu, özellikle HDP açısından, herhangi bir seçim miydi? HDP, normal bir seçim sürecini mi yaşadı? Yoksa seçimden çok, karmaşık boyutları olan birçok şiddet ve psikolojik araçların iç içe geçtiği bir savaş mıydı?
Bu sorunun cevabı çok açık ve net, herkesin gözleri önünde canlı, “naklen” bir biçimde somutlaştı:
Öteden beri tek bir kişinin ölçüsüz, sınırsız, keyfi diktatörlüğünde merkezileşen bütün devlet güçleri, iktidarı, maddi ve psikolojik baskı aygıtlarıyla, paramiliter güçleri ve ayak takımıyla saldırıları, katliam girişimleri, provokasyonları, cinayetleri ve kara çalmalarının damgasını vurduğu bir süreç, gerçek anlamda, normal “hukuk” ölçülerine göre bir seçim süreci olarak tanımlanamaz.
Bu, gerçek anlamda bir özel yıldırma ve psikolojik savaş süreciydi.
Hatırlatmakta yarar var: Özel savaş, hiçbir ölçü, sınır, yasa, kural tanımama, kendisi de bir zamanlar en kirli özel savaşı yönetmiş (daha öncesi bir yana özellikle 1993-1998 dönemi) meftun S. Demirel’in deyimiyle, “Rutin dışına” çıkma savaşıdır!
Eminim ki 7 Haziran akşamında HDP’liler şu soruyu kendilerine sormuşlardır: “Biz seçimden mi, yoksa gerçek anlamda bir savaştan mı çıktık?”
On insanımıza ulaşan ölü, yüzlerce yaralı, HDP’nin iki yüzü aşkın seçim bürolarına yapılan saldırı, başta Erzurum olmak üzeri birçok alanda mitinglere yapılan polis, MİT destekli paramiliter ve faşist güruhun saldırı ve linç girişimleri, Adana ve Mersin kitlesel katliamları hedefleyen bombalamaları ve en önemlisi ve hunharı olan Amed büyük katliam girişimleri, sürecin seçim mi, yoksa bir kendine özgü, özel hedefleri olan bir özel savaş mı olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadır.
Bütün bu özel savaş saldırılarının bütün devlet aygıtlarının ölçüsüz, beyinleri ve yürekleri teslim almaya, dumura uğratmaya dönük “algı” operasyonları, kara çalma propagandalarının eşliğinde etkin, yoğun ve tüm olanaklar sonuna kadar zorlanarak yapıldığını unutmamak gerekir. Unutulmaması gereken bir nokta daha var:
Bütün bu saldırıların gerçek faili başta Erdoğan olmak üzere, onun emrindeki devlet aygıtları ve AKP’den başkası değildir!
7 Haziran seçim sürecinin bu niteliği kavranmadan, devlet karşısından doğru, etkin ve sonuç alıcı bir politika izlemek mümkün değildir. Erdoğan’ın iktidar mücadelesini, de facto gerçekleştirdiği tek kişiye dayalı faşist diktatörlüğü, bunun iç ve dış, Kürt ve Kürdistan, bu bağlamda Kuzey ve Rojava devrim süreçlerine temel yaklaşımlarını doğru kavramak bakımından da bu önemlidir!
II.
Unutulmaması gereken diğer bir nokta da şudur: Erdoğan, kendi diktatörlüğünü, her açıdan bir iç ve özel savaş olarak örgütlüyor. Özellikle 6-8 Ekim 2014 Kobanê Direnişinde sokaklara taşan kitlesel direnişlere karşı devletin sergilediği kanlı pratik bunun en somut göstergesidir. Kürt halkının son derece haklı ve meşru öfkesine karşı sergilenen özel savaş tavrının somut yöntemleri devreye sokuldu:
Geleneksel devlet aygıt ve yöntemlerinin yanı sıra resmi polis ve devlet güçlerinin eşliğinde, gözetiminde, belli ki önceden örgütlendirilen paramiliter güçler devreye sokuldu, açık linç girişimleri ve pratikleri sergilendi. (Bu konuda devletin kabarık bir sicili var, 6-7 Eylül ve daha nicesi gibi…)
Ortaya çıktı ki, devlet kitlesel direnişlere karşı yeni unsurlar örgütlemiştir ve bunları ihtiyaç duyduğunda devreye sokmakta tereddüt etmemektedir. Ellinin üstünde insanımız katledildi. Ama TV’lerde naklen yayınlanan bu linç ve cinayetler yasal bir soruşturulmaya tabi tutulmadı, bu sürecin üzerinde ciddiyetle de durulmadı. Bingöl’de işlenen resmi cinayet de örtüldü. Ayrıntıya girmek başka bir yazı konusu olmakla birlikte burada vurgulanması gereken şudur:
6-8 Ekim 2014 Ekim direniş süreci, devletin yönelimleri hakkında önemli derslerle doludur. Bunun ardından hemen Meclisten geçirilen “İç Güvenlik Yasası”, aslında bu süreçte ortaya konulan karşı-devrimci, karşı-ayaklanma, yani kontrgerilla pratiğinin yasallaştırılması, bir iç savaş, Kürdistan halkının ulusal devrimci demokratik direnişine karşı çok yönlü bir sadırı ve özel savaş paketidir.
Bu yasa, aynı zamanda seçim ve seçim sonrasında gelişebilecek kitlesel direnişleri bastırma hazırlığı idi. Seçim sürecinde ortaya konulan özel savaş saldırganlığı, seçim sonrasında Amed’de tezgâhlanan provokasyon ve Hizbullah türü paramiliter güçleri piyasaya sürme çabaları, anılan yönelimin kanlı sahneleri olarak somutlaşmıştır.
Bu kanlı yönelim ve özel savaş çizgisi olanca yakıcılığı ile varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla bu kanlı sürecin, her bir aşamasının deşifre edilmesi, sorumlularının her açıdan yargı konusu yapılması, halkın her yönüyle duyarlı kılınması çok önemlidir; bu, her şeyden önce önümüzdeki dönemde HDP’nin bu alandaki sorumluluklarının da altını çizmektedir.
Yani, 6-8 Ekim 2014, Ağrı, Erzurum, Mersin ve Adana, Amed katliam girişimi ve paramiliter saldırılar tek tek ve bir bütün olarak soruşturma konusu yapılmadan, bu süreç her açıdan açığa çıkarılmadan Kürdistan ve Türkiye’de özel savaş konsepti geriletilemez, demokrasi mücadelesi yol alamaz! (Bu konu daha geniş değerlendirme ve tartışmaları gerektirmektedir, şimdilik dokunmakla yetindik.)
Devam ediyoruz.
Aslında bu süreç, tek başına, devletin iç ve dış, öteden beri yürütülen Kürt ve Kürdistan politikalarından, onun somut pratik akışından ayrı ve bağımsız ele alınamaz. Seçim süreci, bu genel akışın önemli bir aşamasıydı, dolayısıyla bundan sonraki akışa ve yönelimlere de temelde etkide bulunacaktır. “Çözüm sürecine” bakışı da bu bağlamda bir anlam kazanmaktadır; bu bakış açısı en son “Kürt sorunu yoktur” yaklaşımında ve seçim sürecinde somutlaşan bastırma, baraj altına itme çabalarında ete kemiğe büründü.
Seçim sürecinin bir özel savaş ve buna karşı çok yönlü ve mutlak başarıya kilitlenmiş bir direniş olarak somutlaşması, esas olarak, hem sürecin kendisine ve hem de seçim sonuçlarına damgasını vurdu.
IV.
Hiçbir yasayı, yerleşik seçim yasasını tanımayan, bu anlamda, kendi anayasa ve yasalarına göre bile meşruiyetini yitiren Erdoğan’ın tek bir hedefi vardı:
Fiili olarak kedisinde merkezileştirdiği devletin yasama, yürütme, yargı, basın-yayın, bürokratik aygıtların bu durumunu kalıcılaştırmak; kendisini devletin tek karar ve iktidar gücü haline getirdiği bu fiili durumu ve süreci yasal ve anayasal temellere oturtmak, meşrulaştırarak “mantıki sonucuna” vardırmak!
Bu hedefi, Erdoğan, kendisi için herhangi bir tercih değil, bir varoluş, bir yaşam sorunu ve zorunluluğu olarak algılıyordu, halen de aynı konumunu devam ettiriyor…
Kuşkusuz bu algılayış boşuna değildir: Daha öncesi bir yana, özellikle 17-25 Aralık yolsuzluk sürecinin ortaya saçtığı suç kanıtları, Erdoğan ve yakın çevresinin birer “adi suçlular topluluğu” olduğunu ortaya koydu.
Salt bu kadarı da değil: Suriye politikası, bu politikanın çöküşü, İŞİD ve diğer Mezhepçi Selefi gruplara yapılan çok yönlü destekler ve bunların deşifre edilmesi, genelde Rojava devrim sürecine ve Kobanê direnişine karşı takındığı saldırgan tutum ile uluslar arası hukuka göre suçlu konumunu da açığa çıkardı. Bu iki suç konumu, asında iç içedir ve bir bütünü anlatmaktadır…
Ayrıntıya girmeden vurgulamalıyız ki Erdoğan, bu suçlu durumunu kapatmak, bastırmak için “somut bir hedef” yarattı ve bu hedefle mücadele adına devleti, devletin hemen hemen bütün aygıtını yeniden düzenledi; bu, gerçek anlamda ve zamana yaydırılmış fiili bir darba sürecidir, Cumhurbaşkanlığı seçimi bu süreçte yeni bir aşamayı ifade eder…
Bu darbe sürecine karşı etkin ve sonuç alıcı mücadele yürütülmediği için, parlamento içi muhalefet de etkin bir duruş sergilemediği için 7 Haziran seçimlerine gelinen noktada tek kişiye dayalı keyfi, kendini hiçbir kural ve yasaya bağlı hissetmeyen, bütün devlet erklerini kendine bağlayan, korku ve sindirmeyi egemen kılmaya çalışan Erdoğan fiili diktatörlüğü hemen hemen kurulmuş bulunuyor.
Dolayısıyla Erdoğan için İktidarda kalmak, kurduğu iktidar sistemini anayasal ve yasal bir temele oturtmak, tekrarlamakta yarar var, herhangi bir tercih değil, bir var oluş, ölüm kalım nedenidir!
Bu, aynı zamanda Türkiye’de en genel anlamda demokrasi sorununun anlamını, boyutlarını ve bir bakıma olanak ve olanaksızlıklarını da anlatmakta, çok geniş bir cephenin de politik ve psikolojik zeminini koşullamaktadır.
Fiili darbeciler, başarılı olduklarında, “kurucu ve yasa koyucu” bir konum elde ettiklerinde, “hukuksal” bir güvenceye kavuşabilir, 12 Eylül Darbesinde olduğu gibi, yoksa bir çırpıda kendilerini sanık sandalyesinde bulmaları kaçınılmazdır; bu, iktidar oyununun “anayasasıdır”!
“Ya sonuna kadar gider ve zafer kazanırsın, ya da “büyük” kaybedersin, tabii her şeyini… Bu iktidar oyununun süresinin kısalığı veya uzunluğu birçok politik güç ilişkisi ve dengesinin karşılıklı etkileşimine, mücadelesine bağlıdır; ama ne pahasına olursa olsun iktidar oyunu sonunda hükmünü mutlaka icra eder; öyle veya böyle…
İktidarda kalmayı, fiili olarak gerçekleştirdiği darbeyi (kimileri bunu “Anayasal Darbe” olarak da tanımlamaktadır) yasal-anayasal temele oturtmayı bir var oluş nedeni olarak algılayan ve bunu iliklerinde yaşayan Erdoğan, bu hedefinin önünde, esas olarak, HDP’yi görüyordu. Ancak HDP’yi seçim barajının altında bırakarak bu hedefine varabileceğini matematiksel bir kesinlikte biliyordu. Dolayısıyla bütün seçim stratejisini, seçim taktiklerini ve pratiğini HDP’yi seçim barajının altında bırakma hedefine kilitledi. Bunun için hiçbir sınır tanımadan saldırdı, kirli karalama kampanyalarını yürüttü ve yukarda kısaca özetlediğimiz gibi kirli özel savaş yöntemlerini uyguladı.
Burada hedef ile araçlar arasında ahlaki olmayan bir uyum ve bütünlük var; hedefi ahlaksız ve kirli olanın, uygulama ve araçlarında “ahlaklı” ve “ölçülü” davranması mümkün değildir!
Yine burada sınırsız ve ölçüsüz karşı-devrimci, faşist özel savaş ile son derece meşru, sahici, samimi, aynı düzeyde ölçülü devrimci demokrat direniş arasındaki mücadelenin derinliği, başarı ve başarısızlığını, zafer ve ağır yenilginin anlam ve önemini, derinlere inen köklerini, geleceğe uzanan çizgilerini de çok iyi anlatmakta ve özetlemektedir!
V.
Somut mücadele zemininde, temelde iki aktör vardır. Erdoğan ve HDP!
Erdoğan’ın kim olduğunu, neyi temsil ettiğini, kendi yasalarına göre bile suç pratiğini ve nihai hedefine varmak için ne yapmak istediğini, kısaca ve en kaba çizgileriyle özetledik.
HDP hakkında da kısa bir özet yapmakta yarar var; yoksa seçimin anlamı, bu süreçte gösterilen gerçekten görkemli direnişin ana çizgileri ve boyutları, dolayısıyla bunun politik sonuçları ve geleceğe uzanma potansiyeli olan eğilimleri hakkında doğru ve kapsamlı değerlendirmelere ulaşmak çok zordur, hatta olanaksızdır.
Elbette sadece genel bir özet yapmakla yetineceğiz, bilindiği gibi her özet doğası gereği kendi içinde eksiklikler taşır.
Açık ki, bir söz, bir proje ve giderek bir program, söylendiği andan itibaren ve kitleleri ve kendi bileşenleri tarafından kavrandığı andan itibaren, kitlelere ve bileşenlerine mal olur ve hayatın kendisi, mücadele süreçlerinin dinamikleri tarafından birçok etkileşime konu olur; bu, düz bir çizgi biçiminde değil, paradoksal, inişli, çıkışlı çizgiler içerir.
Bu anlamda HDP, öncesi bir yana kırk yılı aşkın bir süredir süren Kürdistan devrim sürecinin ve çok yönlü birikimlerinin ve Türkiye’deki en genel anlamda sosyalist, devrimci demokrat, farklı renkler, kimlikler, ulusal, dinsel, cinsel kimliklerin mücadelelerinin buluşturma platformu iddiası ve bunun bir tür gerçekleşme zeminidir. En genel bir özet gerekirse Gezi ve Kobanê’nin buluşma platformu ve iddiası, bu seçim sürecinde somutluk kazanmaya çalıştı. Kuşkusuz bu önemli bir adım, ama henüz bir adım niteliğindedir ve alınması gereken uzunca bir yol var… Bu, resmi açıklamalardan, vekil adayları ve sonra seçilen vekillerin kişilik yapılarından bağımsız nesnel bir durumdur.
Seçim sürecinde HDP, bu iddia ve pratiğe yaklaştı, en azından gözlenen bu, bunu hemen hemen her düzeyde gerçekleştirmeye çalıştı. Bu, başarısında önemli bir etkendir.
Aslında formül son derece basit ve yalındır:
Hiç kimseyi tanımlamadan, hiç kimseyi ötekileştirmeden tüm ezilen renk ve kimlikleri, farklılıkları kabul etmek, varlıklarına ve kendilerini ifade etmelerine saygı göstermek, tüm farklılıkların düşünce ve karar süreçlerine etkin katılımını sağlamak, yani “iktidarı” “tabana” yaymak, bunun günlük yaşamla iç içe örmek!
HDP, bunu başardığı ölçüde iddiasına yaklaşır ve gerçekleştirme sürecini kurumlaştırarak hedeflerine uzanır…
Kuşkusuz HDP’nin mücadele alanlarının sınırları ve olanakları bellidir, bu nedenle diğer mücadele bileşenleriyle uyum ve koordinasyon önemlidir; ama vurgulamak gerekir ki, her dinamik kendi özgül alanı ve sınırlarında yoğunlaştığı ve genel sürecin hedefleriyle uyumlu yol aldığı ölçüde başarılı olur; başarının yolu sahicilikten, tutarlılıktan ve söz – eylem birliğinden geçer!
HDP, arkasındaki uzun yıllara dayanan mücadele birikimi ile ve süreci yönetmede gösterdiği beceri ile özelikle halklarımızın gösterdiği çok yönlü ve olağan üstü direnişle seçimi başarı ile tamamladı. Bunda hiç kuşku yok.
Erdoğan diktatörlüğünden zarar gören, bundan korkan kesimlerin şu veya bu düzeyde karşı duruşlarının da etkisi olmuştur. Halkta oluşan duyarlılık, oylarına sahip çıkma refleksi, bunun somut örgütlülük ve eylemlere dönüşmesi, bu başarı da göz ardı edilmemesi gerekir.
VI.
Ve bu savaşta Erdoğan ilk “Meydan Muharebesinde” tartışmasız bir biçimde kaybetmiştir!
7 Haziran Akşamında hemen hemen herkes derin bir soluk almıştır!
Bu, gerçek anlamda bir önemli bir başarıdır! Elbette henüz nihai başarı değildir, ama güncel hedefin başarılması anlamında bir zaferdir! (İktidar savaşı yeni bir aşamaya gelmiştir, unutulmasın ki, bu yeni aşamaları da daha öncekilerden daha az şiddetli geçmeyecektir.)
Bedeli çok ağır olmuştur!
Politik hedeflerin niteliği, çatışmanın ve direnişin şiddeti, ödenen bedelin korkunç ağırlığı yaşanan süreci, sıradan bir “demokratik” hareketin ötesine taşımakta, daha iyi kavranabilinesi için “savaş terminolojini” hak etmektedir.
Erdoğan’ın bu fiili iktidar durumu ve bunu yasal-anayasal zemine oturtma yönündeki gemlenemez tutkusu, Türkiye ve Kürdistan’da hemen hemen her kesimin, her çevrenin korkulu rüyası olmuş, bu anlamda hemen hemen her çevre ve kesim soluk almaz bir noktaya gelmiş bulunuyordu. Önlenemez bu iktidar sürecinin durdurulması ve yenilgiye uğratılması, bu kesimler için ortak bir hedef haline gelmiştir.
İktidar denklemi son derece yalın ve anlaşılır hale gelmiştir: HDP anahtar konumundaydı! Evet, sadece O, bu kördüğüm olma yoluna girmiş Sultanlık düşünü yenilgiye uğratabilirdi! Bu, matematik kesinlikteki bir gerçekti.
Bu politik durum, kuşkusuz HDP için önemli bir fırsata da işaret ediyordu. Bu fırsatı da çok iyi değerlendirdi ve başarıya damgasını vurdu. Bu başarıda Başta Selahattin Demirtaş olmak üzere diğer yönetici ve çalışanlarının hakkını da teslim etmek gerekir. Yoğun özel savaş saldırıları ve karlama kampanyalarına karşı kararlı, sahici, açık, sıcak, mizah ile ciddiyeti en uygun bir tarzda buluşturma tutumu ile Selahattin Demirtaş, sürece hatırı sayılır etkide bulunmuş, en gerici çevrelerde bile takdir konusu olmuştur.
HDP’nin seçim başarısı, sadece bir Sultan bozuntusunun yenilgisini değil, aynı zamanda AKP’nin Kürdistan’daki varlığına onulmaz bir darbe vurmuş, Türkiye’deki Kürtlerdeki uluslaşma ve kimliğine, onuruna ve geleceğine sahip çıkma sürecini yeni bir noktaya taşımıştır. Bu, aslında Kobanê Direnişi ile ivme kazanan ve kitlesel boyutlara ulaşan ve bu seçimlerle somut bir düzey kazanan bir süreçtir.
Bu, sadece AKP’nin değil, TC’nin Kürtler ve Kürdistan üzerideki ideolojik, psikolojik ve politik egemenliğinin bitiş sürecinin önemli bir aşamasıdır; başka bir ifadeyle sömürgeci egemenlik artik Kürtler ve Kürdistan açısından “Yok hükmündedir!” Bu süreç artik geri döndürülemez bir noktaya gelmiştir. Rojava ve Güneyi ile son seçim sonuçlarıyla Kuzey ile Kürdistan’ın bütünü bu gerçekliğin altını çizmektedir!
VII.
Geçmeden “Emanet oylar” hakkında bir iki söz söylemekte yarar var. Bu söylemin arkasında özünde yenik, ama biçimde üstenci ve tepeden bakıcı bir yaklaşımı görmek mümkündür. Bu yılların egemen ulus bakış açısının tortularını içermektedir. Elbette HDP’ye verilen, ama “normal” koşullarda HDP^ye verilmeyecek bir kısım oylar var. Hangi gerekçeyle verilmiş olursa olsun bu oylar önemli ve gerekli değeri görmelidir. Ama bu bir tehdit veya ipotek aracı yapılmamalıdır. Bu açıdan da ahlaki değildir.
Her türlü “duygusal” yaklaşımdan çıkarak şu soruyu sormak gerekir: Söz konusu edilen bu “Emanet oyları” HDP’nin kaşı ve gözü için mi verildi, yoksa oy sahipleri oylarını verili koşullarda kendi politik hesapları ve hedefleri için mi kullandılar? Örneğin Erdoğan'ın Sultanlık hedeflerini engellemenin tek yolunun HDP’ye oy vermekten geçtiğini, salt bu nedenle HDP’ye oylarını verirlerken politik olarak ve esasta “kendilerine” oy vermiş, yani kendi politik hedefleri doğrultusunda davranmış olmuyorlar mı?
Dolayısıyla burada somut koşullar ve hedefleri göz ardı eden yaklaşımlar politik olarak yanlış, ahlaki olarak sorunludur.
VIII.
Bu seçim sonuçları bir gerçekliğin daha altını çizdi. Kürdistan sorununun çözümü ile Türkiye’nin demokratikleşmesi, iç içe geçmiş bir bütünü anlatmaktadır. TC’nin tarihi, aslında bunun en çarpıcı kanıtıdır. İstiklal Mahkemeleri, Takriri Sükûn, Tunceli yasaları, sıkıyönetimler, askeri darbeler, DGM’ler, Özel Mahkemeler, Terör Yasaları ve son olarak büyük bir istekle çıkarılan “İç güvenlik Yasası” ile buna karşı geliştirilen sayısız devrimci direniş hareketi ve bunların sonuçları anılan bu gerçekliği her defasında yeniden doğrulamaktadır.
Kürdistan ve Türkiye demokrasi güçlerinin bileşik mücadelesi, sömürgeci egemenlik kadar, faşist diktatörlüğü de yenilgiye uğratabilir, bu seçimlerde bu, bir kez daha ortaya çıktı.
Kadın hareketi, farklı kimliklerin varlığı ve demokratik mücadelesi, en geniş demokratik taleplerin bir program etrafında dile getirilmesi ve mücadelesinin verilmesi gibi daha birçok temel başlık var ve bunlar, ayrıntılı değerlendirmeleri hak ediyor. Bunları başka zamanlarda ele almaya çalışacağız.
Kürdistan halkı ve Türkiye Demokrasi güçleri, bu seçimlerde büyük bir moral güç ve sayısız dersle çıktılar, bedelleri çok ağır olmakla birlikte yeni bir mücadele hamlesine daha büyük bir politik ve moral donanımla devam ediyorlar. Rojava’da, Şengal’de IŞID ve onun üzerinden TC’ye karşı elde edilen büyük başarılar, anılan seçim sonuçlarının her ayrıntısına sinmiştir.
Bir kez daha ortaya çıktı ki, Kürdistan özgürlük sorunu, mücadelesi ve başarıları bir bütündür. Bu, Kuzey ile Rojava arasında günlük olarak, somut başarı ve derin acılarda yakıcı bir biçimde yaşanmaktadır…
Yine tüm acılara ve çok ağır bedellere rağmen, yaşanan bütün bu gelişmeler şunu ortaya koyuyor:
21. Yüzyıl Kürtlerin ve Özgür Kürdistan yüzyılı olacaktır; bu, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinin kapılarını aralayacak, devrimci demokrasi blokunun tanımına uygun gelişmesi durumunda bu, yeni ufuklar anlamına da gelecektir.
IX.
Bu savaşta Erdoğan ilk “Meydan Muharebesinde” tartışmasız bir biçimde kaybetmiştir. Ama bu özel savaş, Türkiye’de ise iç savaş tehlikesinin tümden geriletildiği anlamına gelmemektedir. TC’nin yönetici kademelerinde Rojava devrimci sürecine karşı “müdahale” hazırlıkları yapılmakta, bu, Erdoğan Medyasının sayfa ve ekranlarına en kirli ve çirkin biçimleriyle yansımaktadır. MHP’nin tutumu, Kürt ve Kürdistan karşıtı yeni bir oluşuma işaret etmektedir. “İç güvenlik yasası”, paramiliter yapılar ve bunların seçim sürecinde ve sonrasında ortaya çıkan pratikleri ortadadır. Yani devletin savaş hazırlıkları çok açıktır.
Elbette devlet açısından da iç ve dış dengeler son derece elverişsizdir, yıpranmış ve suçluluğu deşifre olmuş bir Erdoğan ve AKP gerçekliği var. Buna rağmen TC’nin geleneksel Kürt ve Kürdistan “refleksleri”, özel savaş donanımları ve deneyimleri, devrede olan uygulamaları göz ardı edilmeye gelmez.
X.
Bu süreçte HDP’nin somut, net ve kısa bir program çıkarmasının sayısız önemi var.
1- Seçim barajının ortadan kaldırılması, 2- Roboski katliamının hesabı, 3- 6-8 Ekim 2014 sürecinde gerçekleştirilen cinayetlerin hesabı, 4- Suriye Politikası bağlamında IŞID’e verilen destek, İŞİD ile ilişkilerin açığa çıkarılması, 5- Seçim sürecideki bütün olayların hesabının sorulması, 6- “İç Güvenlik Yasasının” acilen iptal edilmesi, 7- Yolsuzluk ve Erdoğan’ın anayasal darbe suçlarının soruşturulması için gerekli süreçlerin başlatılması, 8- Rojava Kantonlarına karşı her türlü düşmanlıktan vazgeçilmesi ve bunun gereklerinin somut olarak yerine getirilmesi gibi…
Bütün bu somut ve acil hedefleri içermeyen ve bunlarla tutarlı bir bütünlük oluşturmayan “Barış” veya “Çözüm” süreçlerinin başarı şansı yoktur!
HDP seçim sürecinde ve başarısında sürdürdüğü duruşu, özgüvenli, sahici, kararlı ve dik tutumunu sürdürdüğü ve bunu kalıcılaştırdığı sürece, yeni başarılara imza atar. İstenen ve beklenen de budur! Ödenen ağır bedellerin yüklediği sorumluluk da bundan başkası değildir.
Böyle bir direniş sürecinde seçilen HDP Vekillerine başarı dileklerimle…
21 Haziran 2015
M. Can Yüce